29 Nisan 2010

PEÇETE SÜSÜ


Evde kullandığımız bir çok eşyadan geri kalanları kolaylıkla çöp poşetine atıyoruz. Atmadan önce bir az düşünsek, bunu yeniden nerede kullana bilirim desek, ortaya işimize yarayacak yeni eşyalar çıkacaktır.

Benim yaptığım peçete süsünü belki de her kes biliyordur. Unutanlara bir daha hatırlatma babından, bilmeyenlere de öyrenmeleri acısından yazıyorum.

Başka çöp diye düşündüğümüz malzemelerden daha neler yapılabilir bilmek isterseniz  Hobicell sitesini takip  ede bilirsiniz . Sağ olsun Afet hanım o kadar güzel bilgiler veriyor ki neredeyse evde her hangi bir eşyayı  çöpe atasım gelmiyor.
Detergan kutusunda yapılan çiçek kabı gercekden çok ilginc. (üzerine tıklayarak yapılışını göre bilirsiniz.



 Bu kadar anlatımdan sonra benim peçete süsü bir az acemice olacak. Asıl olan yapa bilmek, düşünmek, değerlendirmek.


Hemen her mutfakta alüminyum folyo  ve ya sitrec vardır. Bunları  kullanıp bitirdikten sonra kalan kağıt ruloyu atmayıp peçete süsü yapa bilirsiniz. Ruloyu istediğiniz kalınlıkta kesin.( yukarıdaki  resimde olduğu  gibi ) Daha sonra kestiğiniz genişliye uygun kurdeleyle kağıt bölümünü kaplayacak şekilde sarın. Bittikde ise tutkal yardımı ile yapıştırın.


Üst kısmında  çiçek şekli vererek tutkal yardımıyla bir birine yapıştırın. Küçük boncukları da orta kısma tane tane tutkal sürerek tutturun.
Kolay gelsin !

25 Nisan 2010

BİR ALTIN DAHA


Yakın bir zamanda bir arkadaşımızın yeni doğan Sevde-Nailesini (analı-babalı büyüsün ve hayırlı evlat olsun inşallah) görünce, altı yıl önce okuduğum küçük bir hikaye geldi aklıma. Sizinle de bu hikayeyi paylaşmak istedim .

 Bir varmış, bir yokmuş . Küçük bir kasabada biri zengin biri çok fakir iki komşu yaşarmış.
Zengin komşu fakir komşuyu beğenmez,  selam dahi vermezmiş.
Fakir komşuda nasılsa benim selamımı almaz diye o da zengin komşuya selam vermezmiş. Zengin komşu zengin ama, çok mutsuzmuş. Fakir komşu çok fakir ama , çok mutlu ve mesutmuş. Zengin komşu selam vermiyor ama fakir komşunun bu kadar fakir olmasına rağmen neden bu kadar mutlu olduğunu merak ediyor, fakir komşunun evinden gelen mutlu sesin sırrını öğrenmek istiyormuş. Bir gün bu merakını gidermek için selam bile vermediği fakir komşunun kapısını çalmış.
- Merhaba ben yan taraftakı komşunuzum. Sizden bir şey sormak istiyorum. - demiş

Fakir komşu hayretler içinde:

-Buyurun sorun -demiş
Zengin komşu:
- Ben çok zenginim, dünyada sahip olunacak her şeye sahibim. Sizse fakirsiniz, ama çok mutlusunuz. Bunun sırrını çok merak ediyorum ve bunu öğrenme istiyorum. İstiyorum ki, sizin evinizden gelen mutluluk dolu sedalar benim evimden de gelsin.-demiş.

Fakir komşu gülerek:

-Efendim biz eşimle 6 ay önce bir altın top aldık. Her akşam esim o altın topu bana atıyor ben mutlu oluyorum, ben eşime atıyorum eşim mutlu oluyor. Biz o altın topu çok seviyoruz- deye cevab vermiş.

Zengin komşu hayretler içinden fakir komşunun kapısından ayrılmış  Zengin komşunun sabah ilk işi kuyumcuya giderek ondan en büyük altın topu yapmasını istemiş.

Birkaç gün sonra sipariş hazırdı. Zengin komşu mutluluk içinde altın topu almış eve getirmiş..
 Akşam olunca hanımına:
- Artık biz de bundan sonra çok mutlu olacağız -demiş.
 ve aldığı altın topu göstermiş.
Hanımı:
- Bununla nasıl mutlu olacağız - demiş.
Adam:
- Bu altın topu sen bana atacaksın ben mutlu olacağım. Ben sana atacağım sen mutlu olacaksın
Hanım bir şey anlamamış ama eşinin karşısına geçerek oyunun kuralına uymuş. Adam elindeki altın topu hanımına atmış. Altın top hanımın başını düşerek yaralamış. Daha sonra da hanım eşine atmış bu seferde adamın başı yarılmış.
Sinirlenen zengin adam:
 - Ben bunun hesabını size sorarım deyerek akşam vakti fakir komşunun kapısına dayanmış.
Kapıyı açan fakir komşu zengin komşuyu kanlar içinde görünce çok şaşırmış
- Efendim size ne oldu böyle?
 Zengin komşu:
- Sizin sözünüze inandım bir  altın top aldım. Ben hanıma attım onun başı yarıldı. O bana attı benim başım yarıldı. Anlamadım siz nasıl bir altın top aldınız ki ne sana ne de eşine zarar vermiyor?
.
Fakir komşu olayı anlamış bir dakika diyerek odaya geçmiş.. Bir dakika sonra kucağında tatlımı tatlı, şirin mi şirin bir bebekle geri gelmiş.
-Efendim bizim  altı ay önce aldığımız altın topumuz bu. Her akşam hanım onu bana atıyor ben , ben hanıma atıyorum o mutlu oluyor- demiş fakir komşu.
Evet zengin komşu işin sırrını anlamıştı. O dünyada sahip ola bileceği her şeye sahipti ama bir tek evladı bile yoktu.


Bu hikayeyi yaklaşık 6 yıl önce bir kitaptan okuduğumda  evimdeki iki altının deyerini ne kadar biliyorum diye kendime sormuştum.
 Bu altına bazen yıllar sonra, bazen hiç bir zaman sahip olamayanlar varken,   sahip olduğumuz bu altınların kıymetini anlıyor muyuz acaba?

 O altınlar olmasa yıkılan evlilikler , ikinci bir nikahla nikahlananlar, tüp bebek için milyonlar harcayan aileler  varken biz sahip olduğumuz bu altınların deyerini  biliyor muyuz acaba?
Sesiz evin neşe kaynağı, anne babanın gururu, sevinci, mutluluğu olan bu altınların ağırlığını biliyor muyuz acaba?
 Bu altınlar ana-babaların semeratü’l-kulûbu (gönüllerin meyvesi) ve kurratü’l-a’yünüdür (gözlerin aydınlığıdır) ve öyle olmalıdırlar; yoksa, semeratü’l-ezvâk (zevklerin meyvesi) ve zulmetü’l-a’yün (yüz karaları) değildirler ve öyle olmamalıdırlar.

Çocuğun kurratü’l-ayn olabilmesi için önce anne-babasının semeretü’l-kulûbü olması gerektiğini bildiriyor. Dolayısıyla ilk defa sevgilerin sevinç yaşları hâlinde kaynaşıp aşı tuttuğu yerden “gönüllerin meyvesi” olarak dünyaya gelen çocuklar, ancak yine o kalplerin sahibi ebeveynin alın teriyle “gözlerin aydınlığı” hâline gelebilirler. Önce içten dışa doğru bir açılış var, sonra tekrar dıştan içe göz menfezlerinden bir yansıyış, bir yayılış söz konusu burada. İki terkipte özetlenmiş bütün mânâ: semeratü’l-kulûb ve kurratü’l-a’yün. Birisi romantik başlangıç, diğeri reel süreç ve ideal sonuç!
Çocuklar, gönüllerdeki sevgi çekirdeğinin açmış çiçekleridirler, meyvesidirler. Önce gönüller meyve verir, sonra o meyve ile gözler aydınlanır. Gönüllerdeki sevgilerin buluştuğu nesil ağacının aşı yerinden terütaze filizler çıkar, filizlerde çiçekler açar ve çiçekler dal dal meyveye durur. “Semere-i kulûb çocuk” diye böyle birbirini seven gönüllerin sevimli meyvelerine derler. Evlilik, soy ağacındaki dallardan birinin aşılanması hâdisesidir. Ve çocuk o ağacın en özel çiçeğidir, meyvesidir. Ham meyve mesabesindeki çocuk, talim ve terbiyeyle olgunlaşıp da şöyle gözlere zevk ü neş’e, gönüllere hazz ü inşirah hâline gelince de, artık anne-babası için kurratü’l-ayn olur, göz aydınlığı, yüz akı ve iftihar vesilesi olur.

“Bir gün Rasulullah sallallâhü aleyhi ve sellem, torunları Hasan veya Hüseyn’i kucaklamış vaziyette dışarı çıktı ve şöyle diyordu: “(Sizi gidiler sizi… Siz çocuklar yok musunuz, sizler anne-babalarınızı) cimrileştirirsiniz, korkaklaştırırsınız ve cahil bırakırsınız. Bununla beraber, Allah’ın reyhânlarındansınız.” Bir başka zaman da “Dikkat edin: Şüphesiz ki çocuklar, cimrilik, korkaklık, hüzün (‘cahillik’ ve ‘ahmaklık’) sebebidirler.”buyurdu. Semere-i kalb ve kurretü’l-ayn bir evlâda sahip olabilmenin dört-beş ağır bedelidir bu.

Çocuk, korkaklık sebebidir; çünkü çocuğu var diye anne-baba hayatta ölümle karşılaşmak istemez, onları yalnız koyup gitmekten korkar. Çocuk, cimrilik sebebidir; zîrâ onun rızkını düşünmekten, yahut geleceğine yatırım yapmaktan, akraba ve dostlarına karşı cimrilik yaparlar, yeterince cömert davranamazlar. Çocuk, cahillik sebebidir; çocuğu yetiştireceğiz diye, bakım-görümüyle meşgul olmaktan, gerektiği gibi okuyamazlar, ilim öğrenemezler, cahil kalırlar. Çocuk hüzün sebebidir; ebeveyn için bütün acı ve kederleri ile hastalıkları ile ekstradan bir hüzün sebebidirler. Bir vakit Hakîm’e çocuğu sorulunca: “Yaşarsa beni yorgun düşüren, ölürse de beni zayıf bırakan biriyle ne yapayım ben?” cevabını vermiş. Hep çok sevildiği içindir bütün bunlar. Sevilmese, ne varlığıyla ilgilenilir, ona emek harcanır, ne de yokluğuna üzünülür.

“Çocuk sevgisi, bazen anne-babayı bazı günahları işlemeye, korkaklığa, cimriliğe ve hüzne sevkedebiliyor. Mü’minin yapması gereken şey, fitnenin hatarlarından sakınmaktır. Birincisi, helâlinden kazanmaktır, malı meşru şekilde infak etmektir. İkincisi ise Allah’ın babalar üzerine vacip kıldığı terbiye görevini yerine getirmektir, çocukları din ve faziletler çizgisinde güzelce terbiye etmek ve onları mâsiyet ve rezaletlerden sakındırmaktır.”
Söz konusu ağır bedellere rağmen, çocuklar onları bekleyenler için gözaydınlığı, sevinç, neş’e, sürur, zevktirler. Fakat beklemeyenler, istemeyenler için? Çocuk istemeyen olur da sevmeyen olur mu? Olmaz, ama istemeye istemeye o sevimli şeyleri sokağa bırakır, cami önlerine veya yahut hastanelere terk ederler, neden? Çok acı bir soru, çok acıklı bir tablodur bu... İşin diğer bir yönü de şudur: Maalesef modern çağlar itibariyle bazı nesiller, -ebeveynleri için ne kadar değerli olurlarsa olsunlar- sorumluluk şuuru zayıf kimi anne-babalarının ellerinde, kurratü’l-ayn (göz aydınlığı, yüz akı) olacak iken, zulmetu’l-ayn (göz karanlığı, yüz karası) olmuş; semeretü’l-kulûb (kalblerin meyvesi) olacak iken cerâhatü’l-kulûb (kalblerin yarası), cerîretü’l-kulûb (kalblerin günahı) ve cerîmetü’l-kulûb (kalblerin ceremesi/cezası) olmuştur denilebilir.( Yeni Umit ocak-şubat-mart sayısı Göz Nuru ve Gönül Meyvesi Çocuklarımız konusu)

Çocukları severim ama her zaman onların terbiye konusu beni  endişelendirir. Aza ama  öze sahip olmak gerekir düşüncesindeyim.
 Çok şükür iki altına sahibim. Her zaman acaba bu altınlardan nasıl mücevher yapsam diye düşünüyorum. Oturması, kalkması, konuşması, bakması, her bir hareketine dikkat etmesi konusunda uyarı, eğitim, ceza, ödül nasıl verilir diye çok düşünüyorum. Bazen neden bu kadar titizim, Her kesin çocuğu var her kes öylemi?
En azından ben küçükken annemde benim gibi bu kadar düşündü mü  acaba?
Annemin  bizim zamanımız diye başladığı her lafa çok sinirlenirdim. Seni zamanın başka benim zamanım başka derdim. Ne yazık ki şimdi kendim  kendi çokçuklarıma "benim zamanım " diye başlayan cümlelerle kıyaslama yapmak zorunda kalıyorum. Neden şimdiki zamanda  çocuk eğitimi bu kadar zor?
Çünkü zaman teknoloji zamanı. Bizim zamanımızda tek kanallı televizyon vardı, şimdi 150  televizyon  kanalı var. Bilinç altına yüklenen ahlak dışı görüntü ve bilgi varsa demek çocuk eğitimini araştırmalı, incelemeli, kısacası  ince dokuyup , sık örmemiz lazım.

 Cenabı Hakkın yardımı ile sahip olduğumuz her bir altından en güzel mücevheri hazırlamak  için gecemizi gündüzümüze katmalı, olmadı deyil, olması için caba göstermeliyiz.
 Bu altınlar vatana, millete, dinimize layık bir insan  ve gözümüzün aydınlığı, kalbimizin meyvesi olmalı. Rabbim bütün annelerin yardımcısı olsun.


Sahip olduğumuz bu altınların  kıymetini, deyerini, ağırlığını  bilmemiz dileğile. !

19 Nisan 2010

KABAK DOLMASI



Malzemeler:

6 adet yemeklik yeşil kabak
1,5 su bardağı dolmalık pirinç
3 yemek kaşığı sıvı yağ 
1 adet kuru soğan
2,3 demet maydanoz
2 yemek kaşığı domates salçası
1 bardak su 
tuz, karabiber
Üzerine ister küçük domates dilimleri kesip koya blirsiniz, İsterseniz kaşar peynir rendesi dökersiniz.


Hazırlanması:
Kabakları 2 ve ya 3 yere bölüyoruz. İçini çay kaşığıyla temizleyip boşluk oluşturuyoruz.




İçi için önçe soğanı kavuralım, 1,5 yemek kaşığı salçayı  ekliyelim. Yıkanmış dolmalık pirinçleri ilave edip bir az kavuralım. Daha sonra doğranmış maydanozu, tuzu, karabiberi ve bir bardak suyu ekliyelim ve suyunu çekene kadar pişirelim. Hazır olan iç malzemenin soğumasını bekliyelim. Soğudukdan sonra hazırladığımız kabaklara dolduralım. ( kabakların iç ve dış  kısmını hafif tuzlarsanız iyi olur) . Uzerine küçük kesilmiş domates koyalım. ( ben fırında yapdım ve biştikden sonra üzerine kaşar peynir ilave edip bir daha fırına verdim, kaşar eriyince çıkardım)
Kabakları tencereye dizelim ve kalan salcayı 2 yemek kaşığı sıvı yağda çevirip su ekliyelim  ve bunu kabakları dizdiğimiz tencereye ilave edelim. Yaklaşık yarım saat hafif ateşte pişirelim.

Afiyet olsun!

10 Nisan 2010

PATATES ÇANAKLARI


Malzeme:
4 adet patates
4-5 demet dereotu ve maydanoz
tuz, karabiber

İçine:
isteye göre
1. rus salatası,
2. havuc, bezelye ve mısır konservesinden hazırlanmış bir karışım
3. sadece  sarımsaklı yoğurt karışımı koya bilirsiniz

Hazırlanması:
Patatesler haşlanır, kabukları  soyulup tuz  ezilir. İçine maydanoz, dereotu, tu, karabiber karıştırılır ve  ortasında boşluk oluşturarakak  hazırlıyoruz. Oluşturduğumuz boşluklara hazırlamış oldugumuz  her hangi bir içten koyarak servis yapıyoruz.

Afiyet olsun !

8 Nisan 2010

PATLICAN SALATASI



Her kesin yapdığı, hemen hemen her blogda bulunan patlıcan salatasını bende yapdım. Aynı malzeme, aynı işlem . Yalnız şunu söyleye bilirim, patlıcanları alüminyum folyoya sararak pişirdim. Nedeni şu ki, fırında ve ya ocakda patlıcanlar pişerken kabukları fazla yanıyor ve soyarken, yanan kabuklar patlıcanın üzerinde kalıyor. Bu ne görüntü olarak, ne de tat olarak iyi oluyor. Alüminyum folyoya sararak pişirirsek kabukları  daha  rahat soyuluyor.

Malzemeler:
6 adet patlıcan
1 adet yesil sivri biber
1 adet kırmızı biber
2 adet domates
3 yemek kaşıgı zeytin yağı
yarım yemek kaşığı sirke
6 -7 demet maydanoz
tuz
1 adet limon 
Hazırlanması:
Patlıcanları 2 ye bölelim. Her birini ayrı ayrı alüminyum folyoya sarıp ocakta sağa sola çevirerek pişirelim. Pişen patlıcanlar soğuyunca kabuklarını soyalım ve küçük küçük doğrayalım. Daha sonra biberleri isteye göre patlıcanlar gibi sarıp pişirelim ve ya sadece küçük küçük doğrayalım.
Domatesleri küçük küp şeklinde keselim. Maydanozları da kıyalım. Tuzu da ekliğelim. Hepsini birlikde karıştıralım. Servis etmeden 10 dakika önce sirke, yag ve 1 adet limonun suyunu ekleyerek karıştırıp servis yapalım.
.
Afiyet olsun !

2 Nisan 2010

LAZ BÖREĞİ VE YA LAZ BAKLAVASI



Önce yemek tarifimi yoksa tatlı tarifimi iyi olur diye düşündüm. Ama sonra Cahide hanım yazdığı yorumda laz böreyini merak etdim deyince tatlıdan başlasam iyi olur dedim. Hem de tatlı yiyelim tatlı konuşalım istedim. 

Bu tarifin ismini yazmakda çok tereddüt etdim. Çünkü internet sitelerinde hep ismi laz böreği diye geçiyor.

 Ama bu börekden daha çok tatlı çeşidi ve hamuru  baklava hamuru gibi olduğundan dolayı buna laz baklavası demek daha dogru olur sanırım. Ben başlık olarakda her iki adı yazdım. Arayanlara kolaylık olsun diye.
Laz sözü geçecekde fıkra akıla gelmeyecek kesinlikle hayır. Fıkra  yazmadan tarifi yazamam kusura bakmayın.




Adamın biri bir dükkana girmiş ve hamsi istemiş...
-"Karadenizli misiniz?" diye sormuş tezgahtar.
Adam kızmış:
-"Ne olacak?"
ve öfkeyle söylenmeye devam etmiş:
-"Ne yani? şimdi Antep fıstığı istesem 'Antepli misin?' diye mi soracaksın! 'İzmir tulumu' istesem İzmirli, 'kestane şekeri' istesem Bursalı mı olacaktım?"
-"Yooo!" demiş tezgahtar..
-"O zaman niye sordun 'Karadenizli misin' diye?"
 

-"Burası nalbur dükkanı da ondan." 

 Aslında bu fıkranın bu tarifle alakası oldugu içinde yazdım. Çünkü baklava hamurunun içine muhallebi döküb pişirmek ancak lazların akına gelir de ondan. Tarifi uygulayınca bu tarifin sadece adı deyil de gerçekden yapımı da lazlara ait olmalı dedim.


  


 
Malzemeler:

 
 4 su bardağı un
1 su bardağı ılık süt
yarım su bardağı yoğurt
1 paket kabartma tozu
100g erimiş tereyağı
1 yumurta

Muhallebisi için :

 5-6 yemek kaşığı şeker
1 paket vanilya
3 yemek kaşığı un

 3 sy bardağı süt
 1 yumurta



Üzerine :
250 gr kere yağı ve ya margarin
pudra şekeri



Hazırlanması:  


 Önce muhallebiyi hazırlıyoruz. Bütün malzemeyi yumurta haric  karıştırıyoruz ve muhallebi kovamına gelinceye kadar sürekli karıştırarak pişiriyoruz. 

Muhallebi soğudukdan sonra içine yumurtaları da katarak karıştırıyoruz ve hamurun arasına dökmek için bir kenarda bekletiyoruz. Simdi  hamuru hazırlıyoruz. Aynı baklava hamuru gibi esit miktarda ( 25 - 25 olacak şekilde sayıyı siz kendiniz belirleyin)  hamurlardan   ceviz büyüklüğünde  parcalar koparıp orta boy tabak büyüklüğünde  açıyoruz.  Alt kısmı için gereken 25 tane hamuru  açıyoruz ve üst üste koyuyoruz, arasına buğday nisastası serpmeyi unutmuyoruz ki büyük şekilde açarken hamurlar bir birine çok fazla yapışmasın.

Daha sonra üst üste koyduğumuz hamurların 25 tanesini birlikde büyük şekilde oklavayla  açıyoruz ( tavanın  dışına sarkacak büyüklükde  açın ki muhallebi dışına taşmasın. )  Açtığımız hamuru tavanın kenarlarına taşacak sekilde tavaya seriyoruz ve bir kenarda beklettiğimiz muhallebiyi hamurun üstünü döküyoruz. Geri kalan hamura da aynı işlemi uyguluyoruz. Onu da muhallebinin üstüne seriyoruz. Hamurun kenara taşırdığımız kısmını da en üste katlıyoruz ki, muhallebi kenardan taşmasın. Sonra baklava şeklinde kesiyoruz. Keserken muhallebi kesdiğiniz yerlerden taşabilir, bunda bir sakınca yoktur. Pişerken sorun olmayacaktır. Kesme işlemi bitince de üzerine eritilmiş yağı gezdiriyoruz. Ve 200-250 derece önceden  ısıtılmış  fırında 30 dakika pişiriyoruz. Fırından çıkınca sıcakken üzerine  bolca pudra şekeri serpiyoruz.

Not: ( Amerikada yaşayan arkadaşların nazarına: Bu tarif için  hazır baklava hamurundan kullanabilirsiniz + fırın derecesi 350-400 F olmalıdır)

Afiyet olsun !
 

✿Mutfak Dili ✿ © Ocak-2015. Destek-Blogger

Blog design-Tasarım-GÜL TASARİM